Gönül Erleri
AHMED ZİYAÜDDİN GÜMÜŞHANEVİ
Büyük velilerden. İsmi Ahmed bin Mustafa, künyesi Ziyâeddîn olup, Gümüşhânevî diye meşhûrdur. Gümüşhane’nin Emirler Mahallesinde Hicri 1228 (1813) tarihinde doğdu. Babası Emirler sülâlesinden Mustafa Efendidir. Uçsuz bucaksız feyiz kaynağı olan A.Ziyaüddin Gümüşhanevi daha beş yaşında iken Kuran-ı Kerimi usulüne göre okuyacak hale gelmiş yine bu yaşta büyük bir arzuyla zamanın okutulan ilimlerini öğrenmeye başlamış. Sekiz yaşında iken devam ettiği bir takım zikirler ve dualar ile birlikte delaili şerifeyi okumaya izin almıştır. Beş yaşında Kur’ân-ı kerîmi hatmetti. Sekiz yaşında Delâil-i Hayrât, Hızb-i A’zam ve Kasâid’i okuyup bitirdi. Şeyh Sâlim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi âlimlerden ders aldı. On yaşında babasıyla birlikte Trabzon’a hicret edip ticaret hayatına atılmış, ticaretten çok ilme ve irfana düşkün olduğunu gören babası, abisinin askerden dönene kadar kendisine yardım etmesini ister ve daha sonra okuması için istediği yere göndereceğini söyler. Laz Hoca adıyla tanınan Şeyh Osman Efendi ve Şeyh Hâlid Saîdî gibi o belde âlimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri okudu. 14 yaşında babası amcasıyla birlikte İstanbul’a gidip dükkân için gereken malları almasını ister. Buna sevinen Ziyaüddin İstanbul’a gidip dükkan için gerekli malları alıp geri dönecekleri sırada amcasına dönerek İstanbul’dan ayrılamayacağını amcasına çoktan beri arzuyla beklediği yere kavuşmuş bulunduğunu burada ilim tahsil etmek istediğini, babasının da sırası gelince ilim tahsil etmek için müsaade edeceğini daha önceden söylediğini amcasına söyler ve babasının rıza göstermesi içim sıkı sıkıya tembih eder. 1931 yılında Beyazıt Medresesi’ne yerleşerek orada tahsile başlar. Akli ve nakli ilimlerde yüksek seviyeye ulaşarak âlimlerden icazet alır daha sonra Beyazıt Medresesinde Müderris olarak görev yapıp birçok talebeye icazet verir. İçinde II. Abdülhamit’inde yer aldığı devrin ileri gelenleri onun sohbetlerinden etkilendi. Ömrünün 28 senesini kitap çalışmalarına ayıran Gümüşhanevi, 16 yıl tebliğ faaliyetinde bulundu. Sayıları bir milyonu aşan talebelerinin atıl duran servetlerini bir araya getirerip ortak bir “yardımlaşma ve yatırım fonu” kurdu. Kalemi ve kelâmıyla mücadele veren Gümüşhânevî, yeri gelince kılıca ve silaha sarılmayı da bilmiş, 93 Harbi’nde Osmanlı-Rus Savaşlarına iştirak ederek cephede bizzat çarpışmış, gönüllü gittiği bu savaşın kesintiye uğradığı bir ara Of’a gelerek tarikat neşrinde ve irşad hizmetinde bulunmuş, savaş başlar-başlamaz muharebe meydanına tekrar dönmüştür. Gümüşhânevî’nin toplum hayatına, insanlara hizmet etmeye, sosyal faaliyetlere bu derece önem vermesi, biraz da müntesibi bulunduğu tarikatın hususiyetinden kaynaklanmaktadır. Nakşbendî Tarikatı, irşad faaliyetinde halkın içine karışmayı ve insanlara hizmeti ön planda tutan bir anlayışa sahiptir. Bu yatırımlar sayesinde bir matbaa, yayınevi, içinde 18.000 kitap bulunan 4 kütüphane ve çeşitli vakıflar kurdu. Sünnet-i Seniyye’ye büyük önem verdiği bilinen Gümüşhanevi Hazretleri sürekli olarak talebelerine hadis konusunda dersler verdi. Döneminin en önde gelen İslam âlimlerindendi. Ülke çapında kütüphaneler kurdurarak ve eğitim faaliyetine bizzat kendisi katılarak Müslümanların ilerleyebilmesi için elinden gelen bütün gayreti gösterdi. Gümüşhânevî Hazretleri, az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi prensipleri içeren zühd ve takva dolu bir hayatı benimsemişti. Misafirsiz sofraya oturmazdı. Bütün nafile oruçları tutardı. Haftada iki defa müridleriyle topluca Hatme-i Hâce zikri icrâ ederdi. Salı geceleri zikirden sonra yetmiş bin kelime-i tevhid zikri yaptırmayı adet haline getirmişti. Yazlarını Beykoz’daki Yûşâ tepesinde çadır kurarak geçirirdi. Yine bir yaz günü Yûşâ Tepesi’nde yakınlarıyla çadır kurmuş olan Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî (K.S.), elinde eski bir kemanla geçmekte olan bir çalgıcıyı çağırır. Adam, sizin hocanızla benim ne işim var, gidin işinize, siz keman çaldırıp para vermezsiniz, ben de sizin sözlerinize kulak asıp dediğinizi yapmam derse de ısrar eder ve huzura getirirler. Gümüşhânevî Hazretleri çalgıcının kulağına gizlice bir şey söyler. Adam bu sözler üzerine öyle bir cezbeye tutulup bağırır ki etraftakiler şaşırıp kalırlar. Çalgıcı tövbekâr olur. Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî Hazretlerinin kendisinin kulağına neler söylediğini merak edip soranlara uzun süre bir şey söylemez nihayet bir gün: “Ben gençliğimde bir Bektâşî Şeyhine intisap etmiştim, kendisi ehl-i sünnet ve’l-cemaatten idi. Vefat edeceği zaman “seni büyüklerden birine emanet ettim, sakın reddedip perişan olma, âhir ömründe iyi bir insan olursun inşaallah” demişti. Gümüşhaneli Efendimizde bana “şeyhin seni bana emanet etmişti” demesi ile kendime sahip olamadım, bağırdım ve ellerine kapandım” demiştir. Nakşıbendiye ve Hâlidiyye usulü gereği halvete çok önem verir, Zilhicce ve Recep aylarında senede iki defa halvete girerdi. Müridlerinden girmek isteyenlere de bu aylarda halvet yaptırırdı. Yatarken ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı saydığı için hiç bir zaman ayak uzatarak uyumamıştır. Bir defasında, hasta yatağında baygın bir şekilde dört büklüm yatan Gümüşhânevî (K.S.)’nin tedavisi için gelen doktor tarafından, ayakları uzatıldığında, kulaklarının ucuna kadar utancından kıpkırmızı kesilmiş, gözlerini hafifçe açarak, “bir de beni Rabbimin huzurunda ayak uzatma suçu ile baş başa bırakmayın” diyerek ayaklarının toplanmasını istemiştir. Bayram ve kandil gecelerini, müridleriyle birlikte sabahlara kadar zikir, fikir, tekbir, tehlil ve tahmidle geçiren Gümüşhânevî (K.S.) ömrünün son on sekiz yılını bayram günleri hariç oruçlu geçirmiştir. Sultan Abdulmecid, Abdulaziz ve 2. Abdulhamid devirlerinde yaşamış her üç padişahtan büyük alaka görmüştür. Gümüşhânevî hazretleri 7 Zilkade 1311/13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim Ya Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kanûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır. Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır. Râmûz-ül-Ehâdîs, Garâib-ül-Ehâdîs, Hadîs-i Erbaîn, Câmi-ul-Usûl, Rûh-ul-Ârifîn, Mecmûât-ul-Ahzâb, Kitâb-ul-Ârifîn, Necât-ül-Gâfilîn, Netâic-ül-İhlâs, Câmi-ül-Menâsik, Câmi-ul-Mutûn ve Vasiyetleri eserlerinden bazılarıdır. Mezar taşı kitabesine;
Nazar kıl çeşm-i ibretle, makâm-ı ilticâdır bu!
Erenler dergâhı, bâb-ı füyûzât-ı Hüdâ’dır bu!
Ziyâüddîn-i Ahmed, mevlidi anın Gümüşhâne,
Şehir-i şark-u garbın, mürşid-i râh-ı Hudâdır bu!..
Muhakkak ehl-i Hakk ölmez, ebed haydır bil ey zâir!
Saray-ı kalbini pâk eyle, bâb-ı evliyâdır bu!
Şu’a-ı dürr-i vahdet, menba’-ı ilm-i ledünnîdir.
Mükemmel vâris-i şer’-ı Mahmmed Mustafâ’dır bu.
Hilâfet müddetinden, “İrcii” vaktine dek Hakk’a,
Tarîk-i Hâlidî’yi neşr eden, Hakk-reh-nümâdır bu.
Cilâ-yı ruhdur zikri, mürîdana gıdâdır bu!”
ŞEYHİ ŞEYRANİ
1839 tarihinde Şiran’ın Sarıcalar köyünde doğmuştur. Hamile olan annesinin, aile efradıyla birlikte yaylaya çıkarken bir dere içerisinde doğum yaptığı ve o derenin nurla dolduğu rivayet edilmekte olup, Şeyh_i Şeyrani’nin doğduğu yer taşlarla çevrili hala muhafaza edilmektedir. Şiran İlçesinde ve diğer İl ve İlçelerde Şeyh-i Şeyrani olarak bilinen Hacı Mustafa Efendi, yetiştirdiği öğrenciler ve güvenilir kişiliği ile İlçe insanına gönülde taht kuran evliyalarımızdandır. Babası Sarıca köyünden Ömer Efendi, annesi Babacan köyünden Nasuh oğullarından Havva Hatun’dur. İlk eğitimini Şiran’da yapan Şeyh-i Şeyrani, medrese eğitimi yapmak üzere amcasının oğlu Ahmet Efendi ile birlikte Trabzon’a gitmiştir. Medreseden icazet aldıktan sonra Yurdun çeşitli Bölgelerini gezen Hacı Mustafa Efendi, gittiği yerlerde saygı ve sevgi ile karşılanmıştır. Daha sonra Çorum’a yerleşen Şeyrani, İlmi, ahlaki davranışları ile Tokat, Çorum, Amasya, Trabzon gibi yerlerde dilden dile anlatılmaktadır. Tokat’ta tahsiline devam etmek için babasından izin almıştır. Kısa zamanda derslerindeki başarısı dikkati çekmiş, diğer talebeler müzakere için kendi odalarına davet etmeye başlamışlardır. İlim ayağa gitmez diyerek talebeleri kendi odasına çağırır, müzakere orada yapılırmış. Tokat’taki tahsili 4 yıl devam etmiş, sonra hocasının tensibiyle Uşak’a gönderilmiş, iki yıl kadar da Uşak’ta tahsil yapmıştır. Zahiri ilimleri ikmal edip icazet aldıktan sonra “Heybenin bir gözünü doldurduk, öbür gözü boş kaldı” diyerek tasavvufa olan meylini ortaya koymuştur. Uşak’taki hocasının isteği üzerine Mekke’de ikamet eden Dağıstanlı Şeyh Yahya hazretlerine intisap etmek üzere Mekke’ye gitmiştir. Mekke-i Mükerreme’de konaklayacak bir yer bulamadığı için Mualla Kabristanı’nda iki mezar arasında yatmaya mecbur kalmış, yorgunlukla derin bir uykuyu daldığı sırada birisi, kendisini uyandırarak, Şeyh Yahya Efendi’nin tekkesine götürmüştür. Tekkede müritlerin çokluğu yüzünden kimse kendisiyle ilgilenmemiş, kim olduğu, nereden, niçin geldiği sorulmamıştır. Böylece aradan aylar geçmiş, Efendi tam bir sabır ve teslimiyetle neticeye intizar eder olmuştur. Müritlerin dağıldığı bir sırada Şeyh Yahya Efendi, Yemenli arkadaşı ile birlikte Hacı Mustafa Efendi’yi huzura kabul edip “Artık zamanı geldi, kuru kalabalık dağıldı” diyerek, bu sadakatli müritlerine feyiz kanallarını açıvermiştir. Nakşî tarikatının yetiştirme metotlarından olan sülûk ve riyazet usulleri tatbik edilmiş, bu ihlâslı ve kabiliyetli müritler tasavvuf yolunda büyük merhaleler kat etmişlerdir. Tekkede kaldıkları bu süre içinde yemeklerde haram şüphesi olabilir düşüncesiyle Mekke dağlarında ot yemek suretiyle takvanın zirvesine ulaşmışlardır. 7 yıl devam eden böyle mükemmel bir tahsil ve terbiye neticesinde kalp gözleri açılmış, kâmil mürşit olabilecek olgunluğa ulaşmışlardır. Şeyh Mustafa Efendi’nin Yemenli arkadaşının adı da Mustafa imiş. Mürşit mertebesine ulaşmış üçüncü bir arkadaşlarının bulunduğu, Pakistanlı sanılan bu zatın adının da Mustafa olduğu bilinmektedir. Şeyh Yahya Efendi, yetiştirdiği bu 3 Mustafa’nın irşat yerlerini tayinde müşkülatla karşılaşmış, sonunda şöyle bir çare bulmuş: “Üçünüz birlikte Medine’ye gideceksiniz, Ravza-i Mutahhara üzerine 3 boş kâğıt koyacaksınız, kâğıtlara ne yazılırsa ona göre hareket edeceksiniz” Şeyh Mustafa Efendi’nin kâğıdına Anadolu, Çorum; Pakistanlı Mustafa Efendi’nin kâğıdına Hindistan, Yemenlinin kâğıdına da Medine yazılmış. Böylece Peygamber Efendimizin manevi işaretleriyle görev yerleri tespit edilmiştir. Şeyh Mustafa Efendi, çok sevdiği Medine-i Münevvere’den pek ayrılmak istemiyor, verilen görevi de yerine getirmek zorunda kaldığı için, Peygamber Efendimizden huzuruna tekrar kabul edilme dileğinde bulunuyor. Buna dair manevi işaret aldıktan sonra vapurla İstanbul’a dönmek üzere Cidde’ye hareket ediyor. Bir fakir derviş kılığında gemiye biletsiz olarak biniyor. Bilet kontrolü esnasında, biletsiz olduğu görülerek gemiden indiriliyor. Hareket saati geldiğinde geminin hareket edemediği hayretle görülüyor. Herhangi bir arıza olup olmadığı araştırılıyor. Arıza bulunamıyor. Sonunda gemiden indirilen derviş akla geliyor. Sıkı bir aramadan sonra bir mescitte derviş bulunuyor. Hürmetle gemiye alınıyor. Böylece Efendi’nin kerameti ortaya çıkıyor, kendisine “Gemiyi Durduran Kara Şeyh” lakabı veriliyor. Gemi tehirli kalkmasına rağmen normal zamanından daha önce İstanbul’a varmış oluyor. Geminin kaptanı, Şeyh Efendi’nin büyüklüğünü anlıyor, bunu Sultan Abdulhamid’e bildiriyor. Padişah, Efendi Hazretleri’ni huzura kabul ediyor. Şeyhülislâm’ın başkanlığında toplanan ünlü âlimler arasında 26 mesele üzerinde münazara yapılıyor. Sigaranın haramlığı da dâhil, Efendi’nin görüşleri takdirle karşılanıyor. Padişah, Şeyh Efendi’ye huzurda kalmasını ısrarla teklif ettiği halde, Efendi bunu nezaketle reddediyor. Sultan’ın verdiği altınları kabul ettiğini, fakat Hazine’ye iade ettiğini söylüyor. İstanbul’dan hareketle Çorum’a geliyor. Mekke’de iken tanıştığı zengin bir zat tarafından Çorum’da ilgi görüyor. Tekke açmak suretiyle irşat görevine başlamış bulunuyor. Orta Anadolu’yu kapsayan geniş bir irşat faaliyetine girişmiş oluyor. Zahiri ilimlerin yanında, Nakşî tarikatını da yaymaya çalışıyor. İlmi, irfanı, ihlâsı sayesinde çok başarılı bir irşat hizmeti veriyor. Tekkesi ziyaretçilerle dolup taşıyor. Müritlerinin sayısı bilinmiyor. Tekkede yenen ekmeklerin daha helal olmasını sağlamak için özel bir yel değirmeni yaptırdığı, ekinlerin burada öğütüldüğü söyleniyor. Böyle sıkı bir çalışma neticesinde 312 tane halife yetiştirdiği, her birini ayrı yerlerde görevlendirmek suretiyle hizmet sahasını genişlettiği bilinmektedir. Bu halifelerden en sonraya kalan Niksarlı Hacı Ahmet Efendi 1334 (1919) tarihinde vefat etmiştir. 3 Tekke açmıştır. 312 kadar halife yetiştirdiği irşat ile icazetli olarak bilebildiklerimiz;
Tokatlı Mustafa Hâki Efendi,
Niksarlı Hacı Ahmet Efendi,
Alucralı Müderris Hacı Hasan Efendi,
Alucralı Müderris Hacı Osman Efendi,
Çalganlı Müderris Osman Efendi,
Başçiftlikli İnceimamzâde Hasan Efendi,
Hacı Muharrem Hilmi Harputi Efendi,
Oflu- Mustafa Celâleddin Tarhan (Haçkalı Hoca Baba),
Acem veliahdı Takyûddin Efendi,
Darendeli Mahmut Efendi’dir.
Çeşitli kitaplar ve şiirler yazdığı söylenen Hacı Mustafa Efendi’nin basılı eserlerine henüz rastlanmamıştır. Dilistan, Bedestan ve Gülistan isminde üç kitabının olduğu söylenmektedir. Şeyrani’nin, Çorumda da çok öğrenci yetiştirdiği bilinen bir gerçektir. Bazı kaynaklarda Şeyrani’nin ismine rastlamakta olup, Şehler Şeceresinde Çorum-i Mustafa Rum-i Faruk Şeyrani olarak yazılmıştır. Uzun yıllar Çorum İli ve çevresindeki illerin saygısı ve sevgisiyle yaşayan Hacı Mustafa Efendi’nin on iki kere hacca gittiği rivayet edilir.1906 yılında yine amcasının oğlu Ahmet Efendi ve müridleri ile hazırlıklarını tamamlayarak hacca giderler. Bu Hacı Mustafa Rûmi Efendi’nin son seferidir.Son haccını yüz elli kişilik bir ihvan ve ailesiyle yapmışlardır. Ömrünü Allah Teâlâ’ya ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme kavuşma arzusu ile tamamlayan Hacı Mustafa kuddise sırruhu’l-azîz Efendi, kendisi de bu yolculuğun son yolculuk olduğunu biliyordu ki, o dönemlerde padişah tarafından hacca gidenlere yardım amacıyla İstanbul’da verilen parayı kabul etmemiş, yanındaki ihvanlarına de almamalarını söylemiştir. İhvanlarından biri Niksarlı, Yolcu diye adlandırdıkları şahıslar, parayı niçin kabul etmediklerini soranca şu cevabı verir. “Yolcu yolda, Niksarlı deryada kalsa, Şiranlı’da çölde kalsa gerektir.” Gerçekten daha vapura binmeden yolcu dedikleri mürid yolda hastalanarak Hakk’a yürüyor. Niksarlı da denizde giderken Hakk’a yürüyor. Hac ziyaretini ilan ettiklerinde yine dili tutulmuş ve sadece Kur’an-ı Kerim okuyabilmişlerdir. Gençlik yıllarında da Mustafa Efendi’nin dili tutulmuş sonra dili açılmıştır. Bu halin Hakk’a yürümelerine işaret olarak yine olacağı haber verilmiştir. Haccı eda ettikten sonra Medine-i Münevvere’ye gelip mücavir olmuşlardır. Talebesi Tokatlı Seyyid Mustafa Hâki Efendi’nin de mücavir kalmak istemesi üzerine O’na hitaben: “Sizin burada mücaveretinizden, memlekete dönüp Allah Teâlâ’nın kullarını irşadınız elzemdir.” Diyerek Haki Efendi’yi memlekete dönmesinin uygun olduğunu, bastonunu amcasının oğluna vererek buyurur ki; “Sen git. Ben burada kalıp Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selleme hizmet edeceğim.” Gördüğü bir rüyada cübbesinin uç kısmından kesildiğini ve gömüldüğünü, hanımının irtihali olarak açıklamıştır. Gerçekten de hanımı vefat ederek defnedilmiş, kendiside bir iki gün ara ile irtihal-i dar-ı beka buyurarak, Cennet-ül Baki Kabristan’ında Hz. Osman radiyallâhü anhın ayakucuna defin edilmiştir. (1906) İhvan kafilesi 50. gün sonra Türkiye’ye dönmüşlerdir.
ÇAĞIRGAN BABA
Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürü Rahmetli Prof. Dr. İsmet Miroğlu ‘Bayburt Sancağı’ kitabında belgeleriyle kanıtladığı üzere Çağırgan Baba Gümüşhane Köse Kabaktepe Köyünden olup İran’ın Horasan şehrinden geldiği rivayet edilir. Köye geldiğinde “develerim nerede durursa orada ikamet edeceğim” der ve develerin durduğu yerde ikamet eder. Bugün ziyaret evi denilen yer Çağırgan Baba’nın konakladığı yerdir. Çağırgan Baba’nın kerametleri ve efsaneleri asırdan asıra süregelir. Köyde zaviyesi de vardır. Türbesi aynı köydedir. Çağırgan Baba'nın 17. yüzyılda Köse Kabaktepe Köyü’nde yaşadı. İsmet Miroğlu’nun kitabında anlattığı gibi; Çağırgan Baba Kabaktepe Köyü’ne yerleştikten sonra halkın iyiliğine çok önemli işler yaptığını, ancak onun yaptığı bu iyi işler bazılarının işine gelmediğini aktarıyor. Çağırgan Baba çok güçlü ve kuvvetli bir zat olmasının yanında çok da iyilikseverdi. Ancak onu çekemeyenler dönemin Şeyhülislamına şikâyet ederler. Bunun üzerine Çağırgan Baba İstanbul'a giderken hanımına 'Beni götürüyorlar ve ateşe atacaklar. Sen şu evin önündeki taşa dikkat et. Karataş terledikçe sen üzerine su dök' der. Çağırgan Baba'yı İstanbul’da fırına atarlar ve fırının ağzını kapatırlar. Hanımı karataş terledikçe taşa su dökermiş. Bir ara fırının ağzını açtıklarında Çağırgan Baba’nın bıyığının bir tarafından ter akıyor, diğer tarafından buz asılıyor. Bunun üzerine Çağırgan Baba'yı fırından çıkarırlar. Şeyhülislam pişman olur. Bunun üzerine köyün tapusunu Çağırgan Baba’ya verir. Çağırgan Baba’nın hanımına su döktürdüğü taşınn çevresinin beton duvarla çevrildiğini söyleyen Korkmaz, “Kaldığı ev de 1984 yılında torunları tarafından restore edilerek düşmanlara karşı kullandığı ardıç ağacından topuzu da aynı evde koruma altına alındı.
PİRAHMET
Pir Ahmed Karamanoğlu 2. İbrahim'in 7'si ana tarafından Osmanlı Olan 8 Oğlundan biri olup İbrahim’in veliahtı olan İshak'ın bir kaç aylık saltanatından sonra yerine geçmiş Konya’yı başkent yapıp 5 yıl 1464–1469 saltanat sürmüştür. Pir Ahmed'in babası İbrahim Bey 39 Yıl Hükümdarlıktan sonra 16.8.1464 te ölümünden az önce veliahtı ve büyük oğlu İshak Bey'e hükümdarlık makamını bırakmışsa da Pir Ahmed ve diğer kardeşleri buna razı olmayarak İbrahim Beyi Konya’dan Çıkarmışlar ve babalarının üzüntüden ölümüne sebep olmuşlardı. İshak bey kardeşlerine karşı koyamayarak Silifke taraflarına çekilmiş Pir Ahmed Bey de Konya ve çevresinde idareyi ele almıştır. İshak Beyin Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Beyden aldığı yardımcı kuvvetlerle Karaman Beyliğini tekrar ele geçirmesi üzerine Pir Ahmed Osmanlılara başvurmuştur. Daha sonra Pir Ahmede Antalya sancak beyi Köse Hamza Bey Kuvvetleriyle Karamana girmiş Silifke kalesinden başka diğer Karman Topraklarına sahip olarak bir süre Osmanlın egemenliği altında bulunmuştur. Pir Ahmed Bey bu defa ana-baba bir kardeşi olan Kasım Beyle uğraşmış 1466 da Osmanlıya muhalefet etmek üzerine Fatih Komutasındaki Osmanlı Ordusunun Karaman memleketlerine girmesi sonucu Larende (KARAMAN) ya kaçmıştır. Veziriazam Mahmud Paşa'nın Larendeye Pir Ahmede üzerine gönderilmesi sonucu çıkan savaşta Pir Ahmed'in Kuvvetleri bozularak kaçmıştır. Daha sonra Gedik Ahmet Paşa bir kısım Karaman ailesinin bulunduğu Mokan ve Minan Kalesini ele geçirmiştir. Burada Bulunan Pir Ahmed Bey'in eşile oğlunu İstanbul’a göndermiştir. Minan Kalesinin alındığını duyunca üzüntüsünden kendisini kayabaşından aşağı atıp intihar etmek isteyen Pir Ahmed Bir ağaca takılmak üzere kurtulmuş artık ümitsiz halde Tarsus’a ve oradan da Uzun Hasan Beyin yanına gitmiş ve kendisine ikta olarak verilen Bayburt Taraflarındaki dirliğinde ölmüştür.
HASAN FAHRİ POLAT
1874 yılında Gümüşhane Şiran İlçesi Sarıca Köyü’nde doğdu. 1905 yılında Şiran Fevziye Medresesi’nden icazet aldıktan sonra Erzincan ve Trabzon Medreselerinde yüksek tahsilini tamamladı. Trabzon Müftü Medresesi’ne Müderris olup özellikle Mesnevi Şerhi ve Tefsir dersleri ile civarda ün yaptı. Çok genç yaşında milli hareketle ilgilendi ve bir süre Teşkilat-ı Mahsusa içersinde faaliyetlerde bulundu. Mondros Mütareke’sinden sonra Gümüşhane’deki dayanışma hareketinin organizesinde ve kurulmasında önemli katkılar sağladı. Dini alanda kendini yetiştirerek Şiran Müftüsü ünüyle anılır oldu. 1919 yılında Erzurum Kongresi’ne Şiran temsilcisi olarak katıldı. Kongrede imalı bir şekilde Cumhuriyet’in kurulmasını teklif etmiştir. Erzurum Kongresi'nin açılış ve kapanış dualarıyla Atatürk’ün dikkatlerini çekti. Dua; “Allah’ım! İstediklerimizi anlatmak, gayelerimizi elde etmek ve mukadderatımızı sağlamak suretiyle güçlükleri yenmeye bizleri muvaffak eyle, burada verilen kararlarda bizleri isabetli kıl.” Mustafa Kemal Şiran Müftüsü Hasan Fahri Hocanın yaptığı duayı çoğaltarak dağıttırır. Bu nedenle 9 Ağustos 1335 (1919)'da Mustafa Kemal, O'na yazdığı bir tezkere ile teşekkür etmiştir. Bu tezkere yakınları tarafından saklanmaktadır. 03 Aralık 1950 tarihinde 66 yaşında Ankara’da hayata gözlerini yumdu. Cebeci Asri Mezarlığına defnedildi. Mustafa Kemal’in kendisini mecliste vekil olarak görmek istemesine karşı yazdığı mektubunda; “Paşamız vatanın istikbali için büyük işler arifesindedir. Bizlerin kısmen halk içinde kalarak bu büyük teşebbüs ve hizmetlere fikirlerini hazırlama vazifemize devamımız, memleket için hayırlı, lüzumlu hatta zaruridir. Ben ömrümü vakfettiğim bu diyar insanları içinde irşat vazifemde kalmaya naçiz şahsımdan vatanıma daha tatminkâr